
'fikirler fani bir bedende doÄŸup fani bir dünyada ölümsüzleÅŸirler.'
​
HARİTADA BİR NOKTA








SAİT FAİK'İ ANLAMAK
Sait Faik karşıma ilk kez edebiyat dünyasını yeni yeni tanımaya baÅŸladığım zamanlarda çıkıvermiÅŸti.Bir hikayesi beni bambaÅŸka hikayelerine de götürdü Sait Faik'in.Yazmanın dünyaya katlanabilmenin en güzel yolu olduÄŸuna inanan biri olarak 'yazmasam çıldıracaktım.'cümlesinde kendimden öte yazma aÅŸkını buldum.Sait Faik'i hayatıma katan ÅŸey de bu güzel keÅŸifti, en büyük tutkumdu:yazmak.Sait Faik'i idollerim arasına hemencik yerleÅŸtirebilmem de yazma tutkumun beni onun dünyasına kendiliÄŸinden sürüklemesindendir.Son KuÅŸlar,Lüzumsuz Adam,Kumpanya,Havada Bulut severek okuduÄŸum hikayelerini içeren kitaplarıydı.Sait Faik okudukça daha bir farklı bakmaya baÅŸlıyor insan yaÅŸadığı çevreye.GeçmiÅŸle bugünü karşılaÅŸtırıyor,günden güne kaybettiklerinin farkına varıyor,elindekilerin güzelliÄŸine varmaya çalışıyor,yalansız bir dünyaya perdesiz bir pencereden bakıyorsun.En güzeli bakmaktan öte görmeyi öÄŸreniyorsun.
TeÅŸekkürler güzel insan,dünyayı kelimelerinle,yüreÄŸinle güzelleÅŸtirdiÄŸin;yazmaktan vazgeçmediÄŸin;duygularınla nesilleri kucakladığın ve yalnız bırakmadığın için.
' Kitaplar, bir zamanlar bana, insanları sevmek lazım geldiÄŸini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceÄŸini, oradan yaÅŸama sevinci duyulacağını öÄŸretmiÅŸtiler.'yazmışsın,haklısın sevmeyi öÄŸreniyor insan seni okurken.
​
HARİTADA BİR NOKTA(1952) -SAİT FAİK ABASIYANIK
ÇocukluÄŸumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; ÅŸehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robenson Kruzoe’yu okumuÅŸumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiÄŸimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim, içimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır baÅŸlayıverir.
Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuÅŸan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiÅŸ bir balıkçı, yırtık bir muÅŸamba kokusuyla beraber küpeÅŸte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peÅŸinf bırakmayan bir kuÅŸ, aÄŸ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haÅŸlaması, kereviz kokusu, buÄŸusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…
Tabiat çoÄŸunca dosttur. DüÅŸman gibi gözüktüÄŸü zaman bile insanoÄŸluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduÄŸu zaman daha saÄŸlamı, daha hünerliyi bulmayı öÄŸretiyor, canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, saÄŸlam dostluklar, saÄŸlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaÅŸmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduÄŸu ÅŸekilde yaÅŸanabileceÄŸini, sıkı ve saÄŸlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaÅŸ akla, hatta akılsıza arkadaÅŸlık için verildiÄŸini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuÄŸunu öÄŸreten, belki de öÄŸretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doÄŸulduÄŸunu hayal ettiren bir düÅŸünceyle haritalardaki maviliÄŸin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuÅŸ adalara bakar, kurar dururdum.
Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduÄŸum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm iliÅŸsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uÄŸultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık ÅŸekil almış adalara kara sevdalıya kurÅŸun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya seziÅŸleriyle dalar, bir ÅŸeyler bulup çıkarırım a, daha çok ÅŸekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.
Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çı-kıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaÅŸlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüÅŸ yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır:
“Geldin mi, kardeÅŸ?” der.
“Geldim, aÄŸam,” derim.
“Artık gitmeyeceksin ya?”
“Aaah,” derim. “Bir daha mı?.. Bir daha mı?..”
“Adamızdan iyi yoktur.”
“YokmuÅŸ, aÄŸabey,” derim.
“Babam sizlere ömür…”
Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz.
“Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele…” derim.
Eve girmeden saÄŸ kolda bir çeÅŸme vardır, hatırlayıverir, yönelirim. Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. İki üç kiÅŸi boynuma sarılır. KomÅŸular seslenir. ÜrkütülmüÅŸ tavuklar bağırır, anam aÄŸlar, aÄŸam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki aÄŸları seyre dalarım.
“Hava bugün lodos muydu, aÄŸabey?” derim.
“BaÅŸlarken lodos baÅŸladı. İkindiye doÄŸru batıya çevirdi. Åžimdi batı karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek.”
“Sonu kar mıdır, aÄŸabey, karayelin?”
“GeldiÄŸin yerlere kar amma bize pek yaÄŸmaz… Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maÅŸallah!”
“Çok ÅŸükür, aÄŸabey!.. Köy nasıl?”
“BildiÄŸin gibi.’gardaÅŸ! Hep öyle… Çocuklar iskambile dadandı; baÅŸka bir kusurcukları yok.”
“Parasına mı oynarlar ki?”
“Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iÄŸneciÄŸine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da…”
Hani frenklerin “Penfant prodigue” dedikleri bir oÄŸlan vardır. Ben o çocukmuÅŸum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüÅŸüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun baÅŸlangıcı arasına güneÅŸli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar bir anda uzaklaşır.
Bugün deniz yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi keskin ve soÄŸuk vurduÄŸu zaman olacak, o canavar su baÅŸtan girip kıçtan çıkacak…
İşte çocukluÄŸumun ve ilk gençliÄŸimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediÄŸim gibi bir adaya tesadüfen bıra-kıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuÅŸtu ama nihayet asıl yuvama dönmüÅŸtüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oÄŸlanken basıp gitmiÅŸtim. Bir motor beni alıp büyük ÅŸehirlere götürmüÅŸtü. YaÅŸamıştım. Cebim para görmüÅŸtü. Kadın görmüÅŸtüm. Åžehvet tatmıştım. Kumar görmüÅŸtüm. Hırsızlık, mahpusane görmüÅŸtüm. Kerhane görmüÅŸtüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaÅŸlık etmiÅŸtim. Sulanmışlar, sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiÅŸtim. SevmiÅŸ sevilmemiÅŸtim. İşte bitkin, iÅŸte yorgun, iÅŸte hepsini hepsini yitirmiÅŸ; gittiÄŸim motorla yeni geri dönmüÅŸtüm.
Åžimdi namuslu insanların arasında başım önüme eÄŸilmiÅŸ, gülmeden, eÄŸlenmeden, hoÅŸgörü dolu, kötülüÄŸü göz kırpışın-dan anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, aÄŸzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim.
Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son haline doÄŸru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düÅŸmeden önce ne kadar sallanıp durdular.
İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül iÅŸliyordu. Bense, orada kafamı kuma sokmuÅŸ devekuÅŸu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediÄŸim evine dönen “müsrif çocuk” ruhuyla seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile deÄŸildi. Balığa çıkacaktım. On kuruÅŸa kahve, yirmi kuruÅŸluk köylü sigarası içecektim. KaybettiÄŸim her ÅŸeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliÄŸi, saffeti, dostluÄŸu, alınteri-ni, sessizliÄŸi yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma arasıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu deÄŸil kötü huyunu, bu tek kötü huyu baÅŸarılar, ÅŸöhretler düÅŸünmeden, “düÅŸünürsem Allah canımı alsın!” düÅŸüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kağıtsız daÄŸlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki, onlar gibi deÄŸildir. Balığa çıkacak olsam, “Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz,” diyeceklerdi. “Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki, anası var, yoksa satar savar sürünür,” diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı, denizi, ağı seve seve ölümü beklediÄŸimi bilemeyeceklerdi.
Ne zararı vardı. Ben onları hayalimde adanın insanlarıyla öl-çe ölçe, en büyük kusurlarını hoÅŸgörüsüzlüklerinde bularak mahcup sevecek; bir sigara, bir adaçayı, bir kâğıt oyunuyla rüzgârlı günü bitirdikten sonra yatağıma yeni doÄŸmuÅŸçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları, namusluları, hak yemezleri, alınteriyle sert tabiattan kavga ve dostlukla ekmeÄŸini çıkararak, birbirlerine fedakârlıklar ederek yaÅŸayanları seyirden duyduÄŸum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine rüzgârla, yaÄŸmurla uyanacaktım. Camları buÄŸulu bir kahvenin içinde elleri nasırlı, yüzleri güneÅŸ ve rüzgârla çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doÄŸrusu bir kötülük iÅŸlemeden bitirecektim.
Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaÅŸadım. Åžehire bile inmiyordum. Her ÅŸey tahayyül ettiÄŸim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiÄŸini iÅŸitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.
Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüÅŸtü. Çevaleler vapura verilmiÅŸti. Åžimdi aÄŸları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beÅŸ dülger balığı kayığın küpeÅŸtesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreÅŸiyorlardı. Biraz sonra iÅŸlerini bitirmiÅŸ olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. UmduÄŸum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tüte-cekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kiÅŸiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiÅŸtim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu.
Balığın bol çıkmaya baÅŸladığı duyulduÄŸu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. İrip tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu.
Nihayet iÅŸ bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine, “Bunu bize götür sonra,” dedi. “Ötekilerini pay yap.”
Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doÄŸabilmiÅŸ hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu. Sandım ki, böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çü-rüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri neredeyse yine eski temiz, memnun halini, taze meyve halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doÄŸru uzatmak üzere eÄŸildi. Ama ötekilerden, baÅŸparmağına irisinden bir tane dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı.
“Ne o, hemÅŸerim?” dedi. “Dur bakalım. DaÄŸdan gelip baÄŸ-dakini kovmayalım.”
Adam elini çekti. Bir ÅŸey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde deÄŸildi. Rıhtım kahvesine doÄŸru yürüdü. Dışardan kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi.
“Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiÅŸ iÅŸte.”
“Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlüyle davet mi ettik biz bunları? O balığın bir iki buçukluÄŸu var. Balık çıkmadığı zaman yanaÅŸmıyorlar ağı temizlemeye hiç. YaÄŸma yok, hemÅŸerim!”
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama,” demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuÅŸacak gibi oldular. Bekliyordum. Åžimdi umduklarımdan birisi payına düÅŸen balıktan birini, en küçüÄŸünü adama doÄŸru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.
Hadiseye karışan adam, “Ayıp yahu,” dedi. “Ayıp!”
Bu sefer konuÅŸacaklarını, hatta paylarına düÅŸen balıklardan en küçüÄŸünü fırlatacaklarını sandıklarımdan biri, “Sen karışma bakalım, babalık! Fazla söylenmeye baÅŸladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında.”
“Babanızın malı mı bu deniz sizin?”
“Onun babasının malı mı?”
“DeÄŸil ama, gelmiÅŸ kayığınızda çalışmış bir kere.”
“Kim gel de çalış demiÅŸ ona, gelmeseydi.”
Balık verilmemiÅŸ adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüÅŸtü. Kahveci başına dikilmiÅŸti.
“Kalkacağız, kalkacağız,” dedi kahveciye.
AyaÄŸa kalktı. Kendisi için laf iÅŸitmiÅŸ adama, “Zararı yok, hemÅŸerim,” dedi. “Zararı yok. Vermesinler, istemez.”
Gözüken vapura doÄŸru yürüdü. Küçük adımlarla bir Åžarlo gibi seÄŸirterek uzaklaÅŸtı.
Söz vermiÅŸtim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan baÅŸka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. KoÅŸtum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük deÄŸnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.